25 Eylül 2012 Salı

Ankara

Uuuuuufffff.... 

Aslında bu yazıyı Ankara'dan döner dönmez yazacaktım... Ama bir türlü elim varmadı..

Neden bilmiyorum ama Ankara'yı hiiiç sevmiyorum.. Belki denizi olmadığı içindir.. Aslında bu hayatta en sevdiğim ve değer verdiğim insanların bir kısmı Ankara'da yaşıyor..

Demetgül Mahallesi, Ankara

Ankara'da ilk günüm çocukluğumun geçtiği Demetgül Mahallesi'nde başladı.. Uzun yıllardır uğramadığım mahallemizin başında bi anda bambaşka bir havaya girdim.. Yokuşun başından aşağıya doğru yavaş yavaş ilerlerken bir zamanlar kahve olan bir dükkanın şimdi sanat evi olduğuna, manavımızın yerine berber dükkanı açıldığına, çocukluğumuzun bakkalının kapandığına şahit oldum... Ama beni en çok derinden etkileyen ve üzen olay Demircan Pastanesi'nin kapanmış olmasıydı.. Camlarına gasteler yapıştırılmış, demir parmaklıklar geçilmişti.. Parmaklıkların rengi hala mavi-beyazdı.. Oysa bizim bitanecik Ley-Buz'cumuzdu Demircan Pastanesi.. 

Biraz daha ilerlediğimde deliler gibi hoplayıp zıpladığımız, evlenmecilik, doktorculuk, annecilik-babacılık ve yakantop oynadığımız, ip atladığımız arka bahçelere gözüm kaydı.. Kaldırımın başında durmuş orada arkadaşlarıyla oynayan Küçük Ezgi'yi ve Hasanali'yi ( biricik abim ) gördüm adeta.. Gözlerim dolu dolu oldu.. ( Bu aralar çok duygusal olduğum için veya abimi çok özlediğim için olabilir.. ) 

Sonra çocukluğumun geçtiği evin önünde durdum... O bize koooskocaman gelen evin önündeki alana baktım.. Meğer ne kadar da küçükmüş.. Sonra başımı kaldırıp balkonumuza baktım.. Artık evimizde beyaz ahşap kapı ve pencereler yoktu.. Pimapendi her yanı... İtici geldi.. Oradan uzaklaşırken hemen küçük oda tarafındaki balkona kışları odun yığdığımız geldi aklıma.. Ve odunların arasına yuva yapan güvercinler.. Nasılda heyecanla beklerdik yumurtaların kırılıp civcivlerin çıkmasını...

Sonraa..biraz ilerideki büyük boşlukta durdum... Kurban Bayramlarında o yıllarda hayvanlar sokakta kesilirdi.. Biz de o kesim senin bu kesim benim koştura koştura izlerdik.. Her yer kan gölüne dönerdi.. O çocuk halimizle hiç korkmadan izlerdik tüm bu vahşeti.. Artık hiç dayanamıyorum böyle manzaralar görmeye doğrusu...

Nihayet amcamın evine vardım... Tabi burada da anılar peşimi bırakmadı.. Asansöre binince hemen 6 yaşındaki Ezgi oluverdim.. Bayramlıklarımı giymiş, şeker ve paraları toplamak için kapı kapı gezdiğimiz ve asansör bozulunca zırladığımız o gün geldi gözümün önüne...

Bu sefer asansörde kalmadım. 6. kattaydım. Sevgili Amcamın evi.. Evet. Ankara ziyaretim sebepsiz değildi. Amcam gırtlak kanseri illetine yakalanmıştı ve bende onu görmeye gelmiştim. Çok zayıflamıştı, zor konuşuyordu... Daha yeni kanseri atlatmıştım.. Anlıyordum acılarını, korkularını.. Kolay değil ölümdü kapısını çalan.. Kalbim acıdı.. Ne kadar değerli olduğunu göstermek isterdim ama yapamadım.. Onu bile görebilecek yada görmek isteyecek güçte değildi belkide.. 2 gün sonra hastaneye gidilecekti.. Uyumaya, dinlenmeye çekildi odasına.. Bizde kuzenim Ersin'le dışarı çıktık yemek yemeye.. Gece geldik uyuduk hemen.. Sabah Ersin işe bende ev temizliğine giriştim.. Öğleden sonra işlerim bitmişti, son olarak Amcamın hastane çantasını hazırladık birlikte ve bende evden çıktım Kızılaydaki diğer kuzenim Berfu'nun yanına gitmek üzere..


deppo

Sonunda ( aramızda kalsın enn sevdiğim kuzenlerimden biri diyebilirim ) Berfu'nun yanındaydım.. Şöyle sessiz sakin bir yere gidip son günlerde hayatımızda olan bitenin durum değerlendirmesini yaptık..Bıdır bıdır konuştuktan sonra saat ilerleyince Berfu'nun amcası benimde Kuzenim olan Meşrutiyet Caddesindeki "deppo" 'nun sahibi Özcan Abinin ( 45 yaşında ) yanına gittik... Şansımıza mekan kapalıydı... Sadece Özcan Abinin bi kaç arkadaşı ve biz vardık.. Sanki mekan bize kapatılmıştı...Gecenin Dj'i de ben olmuştum.. Diyebilirim ki 14 gün boyunca İzmir'de ve Ankara'da geçirdiğim günlerin ennn keyiflisi ve eğlencelisiydi.. Bir arada ve istediğimiz gibiydik.. Deli gibi dans ettik.. Karnımız ağrıyana kadar güldük.. Komiklikler yaptık.. Birbirimize sarıldık.. Bazen derin konulara daldık...  Ve yine olan oldu.. Bu sefer de acaba Dj mi olsam demeye başladım.. Ama gerçekten çok keyifli bi iş olduğunu düşünüyorum. Sonra vazgeçtim, kimse endişelenmesin :)

O akşamdan bi şarkıyla mola verip, yazıma devam edeceğim :)



O güzel ve tüüm kötü elektriğimizi attığımız geceden sonraki gün, amcamın hastaneye yatırılacağı gündü.. Yeniden KBB kliniğine gidecektik.. Böyle zamanlar ( insana en ihtiyaç duyduğunuz zamanlar ) aile olarak en kenetlenmeniz gereken, en çok birbirinize destek olmanız gereken zamanlardı.. Orada olmak istedim. Gözünden yaş gelirse silmek, sırtını sıvazlamak istedim.. Kolay olmadı.. Orada bulunduğumda henüz kapanmayan yaralarım bi kez daha kanadı... Bir kez daha korkularım tüm bedenimi sardı.. Tek yapabildiğim içimden yalvarmaktı. Çok acı çekmesin, gücünü kuvvetini kaybetmesin.. Saatlerin ardından hastaneden çıkan ezgi değil bir enkazdı... Nefes almaya bile halim kalmamıştı.. Sadece ağlamak istiyordum.. Yanlızca işin Hasta tarafında olan ben, ilk defa bir refakatçinin hislerini tatmıştım.. İşte o gün anladım Annemle Babamın neler çektiğini..Canım bir de onlara çektirdiklerim yüzünden yandı.. 

Sonraki gün kendime gelebilmek pek kolay olmadı, ancak öğlene doğru uyanabildim.. Sonra Berfu'yla kahvaltı etmek için evden çıktık.. Çok güzel bir kitap kafeye gittik... Çok güzel bir bahçede kitaplık manzarası eşliğinde kahvaltımızı yaptık, sonrada bir kaç sahaf dolaştık..Kitapları neden bu kadar çok seviyorum bilmiyorum ama çocukluğumdan beri annem ve babamın elinden düşmemelerinden olabileceği kanısındayım... 

Fenerli Ağaç
O günün akşamı Galatasaray'ın Maçı vardı, bizde bir bara gidip bişeyler içelim dedik... Yoldayken fenerli bi ağaç gördük.. Öyle etkileyiciydi ki, sizinle de paylaşmak istedim.. Sokakların kalabalığına rağmen henüz erken olduğu için bar sakindi.. Üç kız oturup bişeyler içtikten sonra film izlemek üzere evin yolunu tuttuk.. Film izlemeye bayılan ben, daha filmin 5. dakkikasında derin bir uykunun kollarına atmıştım kendimi...

Ertesi sabah uyandığımdan kısa bir süre sonra Ankara'daki dayımla telefonlaştık. Akşam onlarda kalmayı kararlaştırmıştık daha önceden.. Ama çok uzakta oturuyorlardı.. Açıkçası yol gözümde büyüdüğünden onları en sona atmıştım. O gün Kızılayda işi olduğu için beni alacaktı.. Buluştuk, uzun bir yolun ardından evdeydik.. Dayımın dünyalar güzeli iki tane kızı var Nazlıcan ve Özüm.. Nazlıcan Lise son Özüm Orta 1'e gidiyor.. Ama nasılll cimcime bir kız olduğunu anlatamam.. 2 gün boyunca hep kendisinin elbiselerine baktık, abur cubur alışverişi yapıp deli gibi jelibon ve cips yedik... Artık ayrılma vaktimiz gelmişti.. Ayrılmadan öncede son alışverişimizi yapıp eve geldik.. Saat 16:00'da arabam kalkacaktı... Özüme teşekkür etmeliyim çünkü sanırım son 15 yıldır hiç ağızda patlayan şeker yememiştim... Enteresandı...
Patlayan Şekerli, Meyveli Yoğurt..
İşte böyle :)

Herkese iyi geceler....

Ezgi Özcan^^


 

Sevgili...

Bir kaç saattir düşünüyorum, Sevgili hakkında...

Adı üstünde Sevgi'li..

Sevmek...

Bir insanı sevmek onu tanımakla başlar...

Tanıdıkça; "O kişiyi", öğrendiğinde neyi sevip sevmediğini, hassasiyetlerini, hırçınlıklarını, sakinliklerini, en kuytu köşelerindeki bencilliklerini..

İşte o an karar anıdır. Ya durmalı, ya yola devam etmeli....

Peki verdiysen kararını, yola devam edeceğim dediysen, şimdi hangi akla sığar bir adım ileri iki adım geri?

Harcı değildir herkesin bu yolu yürümek, onun için seven'in kıymetini bilmeli!!!

23 Eylül 2012 Pazar

Kalbim Ege'de Kaldı...

Herkese Selam...


2 hafta önce İzmir'e gitmek üzere yola çıkacağımı ve de O'na küskün olduğumu yazmıştım.. Doğrudur.. Ama bu küskünlük fazla sürmedi.. Yine tüm güzelliğiyle, tüm sıcaklığıyla beni sarıp sarmaladı, aklımı çeldi "Denizi kız, kızı deniz, sokakları hem kız hem deniz kokan şehir" İzmir...

Daha ilk gittiğim gün; o içimde çekirge sürülerinin ordan oraya zıplamasına neden olan hastane kontrolünden neredeyse yarım saatte yırtmıştım. Bir haftadır tuttuğum nefesimi bırakmış gibi, hafiflikten uçuşa geçmiş gibi hissettiğimi tahmin edersiniz..

Artık Ege'nin o caaanım sularına kendimi bırakmam için hiç bir engelim kalmamıştı..

Tüm planlar yapıldı, Çeşme'ye gidecektim, Yıldız Sultan'ın yanına.. Uzun zamandır görüşememiştik...İlaç gibi gelecekti.. Akşam İzmir'den birlikte çıktık yola; Göktüğ ( Yıldız Sultan'ın hayat gayesi, biricik oğlu ve de benim minik kardeşim ), Yıldız, Ezgi...

Ezgi - Göktuğ ( Herşeyi Yedik Mi Ne :) ) 


İlk sabah kahvaltımızı "Bizim Ev'de" yaptık... Alaçatı'nın mimarisine uygun taş evin bahçesinde..

Herşey öylesine doğaldı ki; arada bir etrafta dolaşan küçük dostlarımız soframıza konuk oluveriyordu... ( Yok yok tam olarak böyle şirin gerçekleşmedi olay... Allahın horozu bi anda masaya zıplamaya çalıştı.. Tedirgin olduk masanın önüne sandalyeden set falan yaptık gelmesin diye.. Ayrıca sevmediğim ve de tipsiz bulduğum hayvanlar halay çekse bu horozlar halay başı olurdu )

Kahvaltı faslı kazasız belasız bittikten sonra tabii ki Deniz-Kum-Güneş üçlüsünden sonuna kadar faydalanmak üzere Ilıca Plajına attık kendimizi...Bu yıl başımdan geçenler yüzünden denize girmek hayaldi benim için ama şimdi buradaydım işte... Kilometrelerce uzanan, cam berraklığında masmavi deniz, güneşin yakıcılığını hissettirmeyen hafif serin nefesiyle bedenimizi okşayan rüzgar... Herşey mükemmeldi...


Ben bir küçük kurbağa olmuştum sanki.. Derim buruşana kadar, karnım ağrıyana kadar suda kalmak istiyordum.. Oda beni yollamak istemiyormuşcasına sıcacık, çarşaf gibi, yumuşacık kumları, etrafımda yüzen balıklarıyla aklımı çeliyordu..

2 gün boyunca deniz sefamız bu şekilde devam etti...


İlk gün Çeşme ile ilgili ennnn büyük hasretim olan ASUCAN ATOM'a koştuk.. ( Bilenler bilir, Türkiye'de sadece orada yiyebileceğiniz muhteşem ötesi, özel sosuyla ağızlara layık, hergün yeseniz doymayacağınız akıllara zarar bi ekmek arası yiyecek ) Hatta saat 6'da kalmıyor diye erkenden toparlanıp Çeşme merkezdeki dükkana gittik... Dükkanın önüne vardığımda yaşadığım şoku kelimelerle anlatmak mümkün değil.. Hani dayak yesem o kadar olurdu...Aynen şu yazıyla karşılaştım..
Mekan işletmecileriyle ilgili kısa bir bilgi vereyim : Asuman ile Can karı-koca oluyorlar.. Nasıl olmuşsa bu mükemmel yiyeceği icat etmişler.. Ekmek arasına doldurdukları tavuk şinitzel ve özel sosuyla ve de uygun fiyat politikasıyla köşeyi dönmüşler.. Bir de idealistler ki sormayın... Yılın bir ayını tatillerine ayırıp dükkanı kilitleyip giderler... Arkalarında bıraktıkları gözü yaşlı atom severlere bi damla acımadan.. Haaa bi de akşam 6 dan sonra gidersen avucunu yalarsın.. Hiç şansın yoktur.. Demem o ki, eğer bu muhteşem şeyi tatmadıysanız hiç bulaşmayın.. Sonra bambaşka bir şehirdeyken gecenin bi köründe aklınıza gelince ağzınızın suyu aka aka yastıkları çiğnersiniz :)

Neyse bu atom şokundan sonra beni teselli etmek Kumru'ya düştü... Olsun onu da afiyetle mideye indirdim..

Yemek olayını halledince akşam dışarı çıkacağımız için aklanıp paklanmak ve hazırlanmak üzere eve döndük..

Akşama Alaçatı'ya gidecektik.. Orada Otelden eski oda arkadaşım Yeşim'le buluşacaktık..


Yıldız-Göktuğ-Ezgi


Eh buluşmadan önce küçük bir Alaçatı turu hiç fena olmadı tabi :)

Kendimi o kadar rahatlamış hissediyordum ki, sevdiğim ve güvendiğim artık ailemden bir parça olarak gördüğüm Yıldız Hatun ve Küçüğüm Göktuğ'umla uzun zamandır özlemini çektiğim bu sokaklarda gezmek adeta yeniden kokuları duyabilmek gibi gelmişti.. Herşey yeniden anlam kazanmaya başlıyordu, bıkkınlıklarım yaşam enerjisine dönüyordu onlarla birlikteyken... Biraz gezindikten sonra gelen telefonla buluşma noktasına yürümeye başladık...


Bu güzel akşam, güzel bir Alaçatı Restoran'ında uzun zamandır özlemini çektiğim cimcime ve dünya tatlısı Yeşim, arkadaşı Tuğba, sohbetinden her daim feyz aldığım ve ayrıca keyiflendiğim Yıldız Sultan, Miniğim Göktuğ'um ve onun kuzeni Kaan ile birlikte yer yer koyu ve ateşli, yer yer kahkahalı, yer yer dingin muhabbetlerle sona erdi.. Böyle tatlılıklara sahip olduğum için sevinç duymuştum :) Haala fikrim değişmedi tabiiki...


2. GÜN

Gündüz programımız belliydi.. Denize gittik, güneşlendik, bilmem kaçıncı milyon kere radyoda dönen Serdar Ortaç şarkılarıyla beynimizi yedik, eve geldik, aşam için hazırlandık, birazda dinlendik :) Bu akşamki buluşma mekanımız Çeşme Marin olacaktı.. Herşey ne güzeldi :)


Sol Baştan: Ezgi, Selmoş, Yıldız, Narin, Didem
Akşam hafiften çiseleyen yağmur bile keyfimizi kaçırmadı.. Herkes birbirini seviyordu, herkes birbirini dinliyordu.. Kahkahalarımız havalarda uçuşuyordu.. İçimden "İzmir'in bana sunduğu güzel kokulu çiçeklerim onlar" diye geçirmeden edemiyordum...


Tabi bu kadar kadın bir araya gelince fal açmadan edemiyorduk.. Benimkinde sadece beni düşünen bi adam çıkmıştı..Zaten bende öyle olmasını umuyordum :)





Neyse çok uzattım sanırım, biraz da yoruldum... Çok tatlı geçti işte İzmir.. Mutluydum..Şimdilik herkese iyi geceler....


Ezgi Özcan^^

22 Eylül 2012 Cumartesi

Ardına Bakma Yolcuuuu....

Herkese selaaaam...






Yaklaşık yarım saat önce Ankara'dan çıktığım yolun sonuna vardım.. Şimdi evimde, artık benim bir uzvum haline gelmiş olan yatağımdayım...

Bu akşam sizlere otobüs yolculuklardan bahsetmek istiyorum... Baştan belirteyim ki otobüs yolculuklarını sevmem. Bu yolculuklar esnasında yanımda oturacak olan kişiye oldum olası acıma hissi duymuşumdur. Çünkü koltuğa poposunu koyduğu andan itibaren o kişi benim gözümde kımıl zararlısıdır, çiban başıdır, derhal ortadan kaldırılması gereken bir sorun yumağıdır...

Yolculuğun seyri koridordamı, cam kenarında mı oturduğuna göre baştan bellidir aslında... Koridorda oturan yolcu muavin götüyle haşır neşir olmayı baştan kabullenmiştir bi kere, her bir servis esnasında ( su - çöp toplama- yiyecek - içecek vs. )  kafa veya omuza selam vermeden geçemez bu muavin abilerin kaba etleri.. Ama bi nebze de olsa kabul görür cinstendir çünkü belli aralıklarla tacizleri seyreder... Esas sorun hemen yamacınızdadır. Şimdi onları inceleyelim:

Zayıf Genç Kız : Az sonra örneğini vereceğim diğer tiplere nazaran en zararsızıdır. Tek sıkıntıları metabolizmaları hızlı çalıştığından, eğer ki koridorda oturan kişi siz iseniz zırt pırt tuvalete gitmek maksadıyla molalarda yerinizden kaldırmasıdır. Onun dışında genelde cool tavırlar içerisinde olup rahatça yolculuğunuzu geçireceğiniz yegane tiptir.

Balık Etli Bilmiş Genç Kız : Genelde hafiften şişkoya kaçan bu bacılar benim itinayla kıllandığım tiplerdendir. Her an omuzunuzu sarsarak müzik çalarınızın sesini kısmanızı falan rica edebilirler. Böyle bilmiş tiplere karşı uygulanacak en güzel taktik ava giderken avlama taktiğidir. Direk lafın gelişini tahmin ederek, hiç konuşturmadan, zekice lafı sokup işine bakmak suretiyle gerçekleştirilir. ( Zira daha yeni başıma gelmiş bir olaydır. Ancak karşısında uzun yıllardır otobüs yolculuğuna ve yolcularına hakim bir insan olduğundan girişimi hüsranla sonuçlanmış olup yol boyunca benden nefret ede ede yolculuğunu tamamlamıştır. )
Kapşonlu mont ve yastıkla kamufle olmuş ancak tek göz dışarda olan bitene hakim olan ben.  Balık Etlinin yanındayken itinayla büründüğüm psikopat sıfat.

Çocuklu Anne : Bu da tüylerimi diken diken eden başka bir yolcu tipidir. İçimde bir damla olan çocuk sevgisinin buhar olup uçmasına neden olan tiplerdir. Tam bir sorun kaynağıdır. Araba boşsa genelde velet başka birinin yanına oturtulur. Ama yine de sorun sona ermez. Durmadan vızvızlanarak anneyle iletişim kurma çabasında olan çocuk inceden inceye "gel beni boğ, kenara at" mesajı vermektedir. Birde otobüs doluysa seyreyle cümbüşü... Çocuğun durmadan tekmelerine mağruz kalarak ha kustu ha kusacak stresiyle saçlarımın diken diken olduğu yolculuk tipidir. İçimde volkanlar patlamasına rağmen ses çıkaramadığım nadir tiplerdir.

Şişman Teyze : Ben bunlara "Belalım" demek istiyorum. Ne zaman denk gelsek kıçlarının bi lobunu yolculuk boyunca bize taşıtan tiptir. Ancak kendileri muhakkak uyarılmalıdır. İlk etapta düzgün şekilde sözle rahatsızlık belirtilmeli; nazik uyarı dikkate alınmadıysa önce yavaştan, durum haala devam ediyorsa sert bir şekilde dirsek darbelerine mağruz bırakılmalıdırlar. Burada unutulmaması gereken nokta ilk uyarıdan sonra durumda değişiklik yoksa "ooooffff, uuufff " şeklinde sıkıştırıldığını çevrendeki insanlara belli etmek, bir sonraki aşamada da kendi kendine "kadın resmen üstüme oturuyor hayret birşey yaaa" gibi serzenişlerle Şişman Teyze'nin üzerinde toplumsal bir baskı yaratmaktır."

Sohbetçi Teyze : Bu teyzeler daha ilk saniye kendini belli eder. Sevecen ve de süzen bakışlarının içinde yolculuk boyunca yedi ceddini öğrenmek için yanıp tutuştuğunu görmemek mümkün değildir. Böyle teyzelerden kurtulmak için sık uygulanan yöntem daha oturur oturmaz derin uykuya dalmış numarası yapmaktır. Asla göz göze gelmemek gerekir muhabbetçilerle. Nitekim öldürmez, süründürür denen cinstirler.

Pencere Kenarı Tutkunları : Psikopatlıkta tüm listedekilerle yarışarak açıkara birinci olan tiptir. Bileti koridora kesilmesine rağmen hemen cam kenarına yerleşir. Alanı sahiplenir. Siz daha başınıza gelecekleri bilmeden çook önce size neler söyleyeceğini tasarlamıştır kafasında. Daha numaranızı bulup koltuğun önüne geçtiğiniz an bahaneler sıralanır "Koridorda oturamıyom, midem bulanıyo, belim aarıyo, ben cam kenarı didim koridor vemişlee vs vs..." İşte o an tüm soğukkanlılık ve kararlılığınızla karşısına dikilip o yerin kendinize ait olduğunu ve "Tutkuna" kaptırmayacağınızı dile getirmek gerekmektedir. Yoksa yolculuk boyunca mutlu mesut cama yaslanmış uyuyan cam tutkununu izler ezikliğinize acırsınız.

Neyse yolcu tipleri bir yanda dursun benim ruhumu daraltan diğer mesele de daracık alanda tek pozisyonda saatlerce oturma zorunluluğudur. Her yolculuğumda istisnasız hayalini kurduğum bazı fantazilerim mevcuttur. Bazıları: öndeki iki koltuk arasından aniden bacağımı sokmak, koridorda yürüyüşe çıkmak ve de en en çook istediğim de şoförün yanında koridora oturup kooocaman camdan yolu izlemektir.

Yazımı bir yol manzarasıyla sonlandırmak istiyorum...

22 Eylül 2012 / Ankara Dönüşü 


Sevgiler...

Ezgi Özcan^^

10 Eylül 2012 Pazartesi

İzmir İzmir....


Alsancak
Herkese selam..

Bu gece İzmir'e gitmek üzere yola çıkıyorum...

İyi kötü beni tanıyan herkes nasıl bir İzmir tutkunu olduğumu bilir... 

Çok değil bundan 5 ay önce İzmir'de yaşayabilmek, orada kısa da olsa zaman geçirebilmek artık hayalin-tutkunun dışında bende bir saplantıya dönüşmüştü.. Sanki oraya taşındığım an, orada bulunduğum an herşey yoluna girecek, tüm olumsuzluklar sonlanacak ve muhteşem bir başlangıcın ardından istediğim herşey bir çorap söküğü gibi büyük bir hızla hayatıma girecekti...

Buna o kadar yürekten inanıyordum ki, hiç tereddüt etmeden, aç kalır mıyım, başıma istemediğim birşey gelir mi demeden kendimi İzmir'e emanet edebilmiştim..

Söyleseler de inanmazdım; orada olmak için yanıp tutuştuğum bu şehirden bu kadar korkacağımı...

Normalde tatil planım belliyse 1 ay önceden neleri giyeceğimi planladığım, hatta neredeyse bavuluma yerleştirdiğim, her gün heyecanla neler yapmak istediğimi tasarladığım, neler yiyeceğimi gün gün liste yaptığım şehir değil miydi artık İzmir..

Peki neden bu kadar isteksiz ve mutsuzdum.. Adımlarım neden geri geri gidiyordu...

Halbuki beni hiç incitmemişti İzmir.. Her geldiğimde kucak açmış, hayatımda en değer verdiğim insanların büyük çoğunluğunu tanımama vesile olmuştu.. Hatta en son gittiğimde de bana hayatımı bağışlamıştı... 

Bir an düşününce İzmir'i "Hayat'a" benzettim... Aslında ben İzmir'e değil Hayat'a küsmüştüm sanki... Herşey o kadar olumsuz, o kadar kötü görünüyordu ki gözümde... En sevdiğim şeyleri yapmak bile bana zevk vermiyordu artık.. Hatta inanmayacaksınız ama eskisi kadar müzik bile dinlemez olmuştum.. En ufak şeyde hünhür hüngür ağlayıp, bulunduğum bir ortamdan çok kısa sürede uzaklaşma isteği duyabiliyordum...

Tabi bunların böyle olmasında çevremdeki insanların da etkisi büyüktü... Yani yabancı insanları es geçiyorum annem ve babam bile aynı cümleleri kuruyordu. KENDİNİ ÜZME, MOTİVASYONUNU YÜKSEK TUT,    SEN NELERİ ATLATTIN, BU KÜÇÜCÜK ŞEYLERİ DERT Mİ EDİYORSUN... VS. VS. VS...

Yani tamam biliyorum hiç bir zaman, hiç bir kimse bir olay başına bire bir gelmedikçe karşısındaki insanla %100 empati kuramaz... Tahmin edemez neler hissettiğini...Ama bi durun..ALOOOO SESİMİ DUYAN YOK MUUUUUU moduna sokup kendinizden, insanlardan, hayattan soğuttunuz be el birliğiyle 4 ay içinde....

Neymiş efendim olumsuzmuşum... E madem o kadar olumlusun, git oydur sende beynini 4 ay içinde 2 defa sonra da onlarca kez tekrar kurcalat yaralarını, kanatsınlar her seferinde aynı acıyı hisset.. İşsiz kal, parasız kal.. İyice asosyal ol... Balina gibi ol...Ol bunları sonra da mutlu mesut kakara kikiri etrafa gülücükler saçarak dolaş.. Yap bunları... Sonra da dinle en yakınlarının, herşeyine tanık olanların bile sanki devlet baskısı varmış gibi hep bir ağızdan Kendini üzme, hayat güzel, motivasyonunu yüksek tut, ne güzel evde yatıyorsun naaralarını... 

Hayır anlamıyorsun madem beni, madem bıktın olumsuz tavırlarla etrafta dolaşmamdan, hiç yaklaşma, hiç konuşma, kendimle baş başa bırak beni.. Bırak melankolimi yaşayayım doya doya.. Zırlayayım, kendimi yerlere atayım.. 

Bir de hiç yediremediğim bir tavır varsa, olumsuz olduğum için beni fırçalayacak kadar hayatıma hak sahibi olmuş insanlar... 

Şu an nefes alamadığımı, sıkıntıdan boynumdaki damarların şiştiğini, kalbimin üstüne on adamın bastırdığını  hissederken mantıklı olmam pek mümkün olmayacak ama, diliyorum ki İzmir bana can olur, yaşama sevinci ve isteği katar, şu kalbimdeki üzüntüleri söküp atar... 

Sanki İzmir'i yeniden seversem, onunla barışırsam hayatta bana tekrar gülümser, beni sarıp sarmalar...

Benim için bu yolculuk umuda yolculuk olur, kaybettiğim kendimi bulmama yardımcı olur...

Yazımı Atatürk'ün çok sevdiği bir türküyle sonlandırmak istedim...

Bir süreliğine hoşçakalın...


7 Eylül 2012 Cuma

Ağlamayı Sevmem Ben :P

Herkese selaaam :)

Hatırlarsanız dün gece 1 şişe kırmızı şarap içmek gibi bir hıyarlık yapmıştım. Sonuç şahaneydi... Ben olanların hiç birini hatırlamıyor olsam da saçmalamanın doruklarına ulaştığım, canım ailem ve sevgilim tarafından itina ile ifade edildi.. Neyse ki kazasız belasız dün geceyi atlatmıştım.. Yine de sabahın 7'sinde uyanabilmiştim.. Küçük bir wc ve su içme faslından sonra tekrar yatağa gömüldüm... Normalde yatarken odamın kapısını mutlaka kitleyen ben, alkolün etkisiyle olacak ki kapıyı kapatmayı bile atlamışım...

Kapı açık olunca da tacizler kaçınılmazdı tabi :)

Babaannelerin bi tanesi; dün geceki gösteriden sonra taktığı lakapla mutlu mesut uyandırmaya gelmişti beni..

ŞERRRAPÇİİİ ( Babannemin telafuzu ile yazdım.. ) Şerrapçi uyiir misin daha ?

O an anladım ki, bu şarapçı faslı bi süre evin gündemine oturacak...

Baktım kurtuluş yok.. Kalktım, biraz bişeyler yedim.. Sonra da keman çalıştım...

Hava bugün serin ve kapalıydı... Ben bu havaları nedense çok severim.. Hemen kendimi deniz kenarına atmak isterim.. Öyle olunca da Derya ile konuştum, çay bahçesine Çin Daması oynamaya gitmeyi kararlaştırdık.. Hem çay bahçelerinin maliyeti de düşük oluyor :)

Tam kapıdan çıkacağım Babaannem üç aylığını çekmek istediğini söyledi.. İçimden bi haydaaa çektim ama benden çok nadir bişeyler yapmamı istediğinden, tamam bebek gidelim dedim.. Hazırlandık çıktık dışarı... İyi ki de onu yanımıza almışız... O üç aylık faslı uzadı da uzadı... Önce madam'ın 3 aylığı için PTT'ye gittik.. Öyle bir kuyruk vardı ki önümüzdeki 63 kişinin işleminin bitmesini beklemek zorunda kaldık.. Ama insan böyle bir babaanneye sahip olunca böyle durumlarda asabileşemiyor... Tam tersi her ona baktığımda yüzünü gözünü öpmek her yerini mıncıklamak isteği doluyor içime... Para çekildikten sonraki ilk adresimiz bir eczane oldu... Bizimki çok bakımlıdır da kendisine özel el ve ayak kremi aldık... O da ayrı bi eğlence konusu... Eczacı çocuk yanlış krem vermesin diye, biten kremin kutusunu da yanımıza almıştık.. Ama en az beş kere o krem doğru krem mi diye kontrol edildi.. Eczacı çocuğun sözüne güvenilmediğinden kendisi ile birlikte iki kez falan da ben baktım.. Aynıydı.. Ama babaannem sen iyi bak diye ısrar ediyordu :) Tabi gülüştük o anda.. Sıra bizimkine ev terliği almaya geldi.. Gemlik'teki hemen hemen tüm ayakkabıcılar gezildi.. Zevkine uygun terlik bulmak oldukça zordu.. Nihayet hoşuna giden bir model bulduk.. Terlik için sıkı da pazarlık ettik.. 84.-TL'lik terliği 50.-TL'ye almayı başardık :) Artık çay bahçesine gidebilirdik..

Babaannem çok tutumludur.  ( Hatta cimrilik derecesinde diyebiliriz :) ) Öyle dışarlarda yenen yemekler ve yapılan harcamalar ona göre ziyandır :) Ama kendisinin asla hayır diyemeyeceği bir şey varsa o da Kakaolu dondurma :) Hemen can damarından vurdum kendisini.. Babaanneee torunun sana ne ısmarlicak biliyo musun ? "I Ih istemirim" Ama hemen itiraz etme duyunca pişman olursun :D Gagkolu ( kakaolu dondurmanın babaannemin türkçesiyle ifadesi ) dondurma alcam sanaaaa "Heh bak o zarar etmiir" Anlaşma sağlanmıştı.. Oturduk masamıza bizim sultan keyifle dondurmasını da yedi.. Kalktık eve giderken de dedim madem bugün onun günü oldu, bi de kabak çekirdeği alayım.. Eve kadar o çekirdeği çitleye çitleye geldi.. Yerlere bi tane çöp bile atmadı... Hepsini elinde biriktirip, ilk gördüğü çöpe boşalttı...

Çılgın Profesör'üm :)
Evet belki benim babaannem, büyüğüm ama benim bitanecik bebeğim gibi işte o... O yüzden her gittiğimiz yerde el ele tutuştuk.. Karşıdan karşıya geçerken, yürüyen merdivenlere binerken hatta attığı her adımda gözümden sakındım, sevgiyle baktım ona... Hatta her baktığımda da içim ezildi.. Bi gün gelipte onsuz yaşamak zorunda kalacağımı düşünmek bile gözlerimden yaşlar boşanmasına yetiyor... Eh bu kadar bahsetmişken bir de fotoğrafını paylaşmamak olmaz :)

İşte böylesine yoğun geçirdiğimiz günün ardından beni kendime getirecek tek birşey biliyordum.. O da eski bir Türk Filmi... Daha önceden de bahsettiğim üzere Kadir- Türkan ikilisi favorimdir... Hemen açtım Kara Gözlüm Filmini...

Şimdi diyeceksiniz ki bu kız ne buluyor bu filmlerde... Bi kere absürtlükte Türk Filmlerinin üstüne tanımam... En duygusalında bile öyle anlar gelir ki kahkahalara boğulurum... Bir de hüngür hüngür ağlarım... Çünkü ağlayan insana dayanamam ben.. Eğer karşımda biri ağlarsa bende ağlarım.. Çok içten söylüyorum ki ağlamayı severim ben :)

Bu yazıma sevgili Yavuz Çetin'den bir şarkıyla son vermek istiyorum :)


Herkese iyi geceler....

6 Eylül 2012 Perşembe

Şarabım Kankırmızı

Doluca, Boğazkere-Öküzgözü

Akşam üstü yaşadığım sinir harbinden sonra kendime güzel bir şarap ziyafeti çekme kararı aldım... Önce hızlı ve hırslı adımlarla yürüyüp migrostan şarabımı ve uykusuzumu aldım...

Bu yaşa gelince kendi kendine de sevişebilmeyi öğrenmeli insan... Nede olsa yalnız kalmak an meselesi bizler için...



Bu noktada bi şarkıya ihtiyacım var....


39 Numara 



Şarabımı aldıktan sonra ayaklarım beni denize götürdü..






İnsanı Hayata Bağlayan Ağaç'ın Dalları

Oturduğum yerde hayattan ne kadar sıkıldığımı düşünmeye başlamıştım...Gökyüzüne bakana kadar...

O andan itibaren hiç sıkılmadım...






Batan Güneş
Sonra da Deniz'e, batan Güneş'e baktım.. Sanırım Gemlik'in tek sevdiğim yanı onlardı... Akşam serinliği çökmüştü havaya.. Ama güneş alabildiğine büyük, alabildiğine turuncu seyahat etmekteydi Batı'ya...

Ne yazık... Sizler benim gözlerimle göremediniz... Deniz kurşuniydi.. Güneş yusyuvarlak turuncu... Gökyüzüyse tuvale dönüşmüştü sanki... Pembenin - mavinin tonları birbirine geçmiş kaynaşmışlardı...

Sonra sonra farkettim.. Denizin içindeki koca dubayı... Suya batıp batıp çıkıyordu... Ne tam içinde nede dışında...Yarıya kadar yosun tutmuştu... Her dalgada sallanıyor, suyun dibine batıyordu.. Ama her seferinde tekrar su yüzüne çıkıyordu... Nedense kendim gibi gördüm o dubayı.. Uzun uzun seyrettim... Sonra da ağladım.. Ama çok azcık...

Balıkçı Teknesi
Bi an oturduğum yerden kalktım... Denizi takip ederek yürümeye başladım.. Her yanı balıkçı tekneleri sarmıştı... Şarabımla o teknelerden birinde hayal ettim kendimi.. Bu akşamdan küçük bi hatıra kalsın istedim.. O tekneyi de çektim.. İşte o...

Bu akşam eskilerden gidiyorum.. Biraz da saksafon çekiyo sanırım... Bu şarkıları her dinlediğimde içimdeki ihtiyar yorumu yapıştırıveriyo: Şimdilerde yok böyle şarkılar.. Sonra şimdilerde olmayan şeylerin listesi uzayıp gidiyo aklımda...

Keşke diyorum...
Sonra ne zaman diyorum...

Ne zamandır aşık olmayı bıraktık..
Ne zamandan beri dostluklarımızı unuttuk..
Ne zamandır komşularımızdan bihaberiz...
Ne ara bu kadar bencilleştik..
Nasıl bu kadar yalnızlaşabildik...

Bu yazıyı bu şarkıyla sonlandırmak istiyorum...

Herkese iyi geceler....

Asabiyim.

Bazen öyle anlar geliyor ki...Hayatımdaki herşeyi herkesi siktir etmek istiyorum.. Kendimden nefret ediyorum... Deli gibi ağlamak istiyorum...

Keşke diyorum... Keşke ben böyle bi insan olmasaydım.. Keşke her seferinde aynı yanlışlara düşmeseydim.. Keşke biraz kararlı olabilseydim...

Karnımdan parmak uçlarıma suratıma sırtıma alevler yayıldığını hissediyorum... İşte böyle anlarda kendimi iyi hissettirecek tek şeyin mutsuzluk kaynağımı hayatımdan çıkarmak olduğunu düşündüm yıllardır ve bunu da aynen uyguladım..

Keşke; ya hiç bu sinire sahip olmasaydım... Ya da sinirim geldiği gibi beni terketmeseydi...

Şimdi biraz dışarı çıkıcam.. Sonra da kendime bi şarap alıp eve dönücem..

Küçük Asker

Herkese selam...

Keman dersine gittiğimi daha önce yazmıştım... En son dersten sonra taa ki bir sonraki derse kadar ( neredeyse 10 gün ) elime hiç keman almamıştım... Tabi dün gece aldı beni bi telaş.. Keman yine bi nebze zevkli de hele o solfej çalışmaları yok muu uyuz oluyorum yaaa.... do-re-mi-fa-sol-la-si dooooo...

Bir de hocam yetenekli ve çalışkan olduğumu söyledi ya bi kez... Şimdi eğer performansımda düşme olursa bi mahçubiyet yaşayacağımdan başladım gece solfej çalışmaya... Tabi gece herkes uyuduğundan keman çalışmak mümkün değil...

Bi taraftan solfej çalışıyorum ama diğer taraftan kendi kendimle kavga ediyorum... Sanki beynim ikiye bölünmüş, ağzım ve gözlerim solfejde ama beyin fırça atma derdinde...Bu güne mi bırakılır. Neden çalışmadın ki sanki.. Günde yarım saatini ayıramaz mıydın.. Kesin yay tutmayı unutmuşsundur... Başladığın bi işi de sonuna kadar götür.. Lanet olsun bu huyuna...

Ayy baktım içimdeki sesten solfeji duyamıyorum.. Dedim en iyisi sen yat, sabah erkenden kalkar keman çalışırsın...

Sabah 07:00'a saati kurmuştum ama nasıl vicdan yaptıysam bi uyandım saat 06:18... Sonra da madem kalktın, çalış dedim.. Çalışmaya başlayınca kendime olan sinirim bi kat daha arttı.. Resmen gerileme vardı.. Yani bu kemanı çalışmayı bıraktığında bıraktığın noktada kalmıyorsun.. Kollarımı bile kaldırmakta güçlük çekiyorum... Bi de karnım ağrıyo deli gibi.. Bende kendimi cezalandırdım.. 2 saat ayakta aralıksız çalıştım... Neyse ki  biraz da olsa toparlamıştım.. Ders saati yaklaşınca duş aldım sonra da eşofmanları geçirip çıktım evden...

Kursa vardığımda hocam beni kapıda bekliyordu.. Hemen başladık çalışmaya.. Soğuk kanlı ve de profesyonel bir yalancı olduğumdan gayet iyi çalışmış izlenimi yarattım..Neyse ki yetenekliyim de açığı kapıyorum bi şekilde :) 

Kursun sonuna doğru hocamdan bi güzellik geldi.. Yay çekmekten sıkıldığım için bana 3 tane şarkı getirmişti notalarıyla... Artık kemanda şarkı çalabilecektim...

Hocam notaları elime verene kadar bünyemde oluşan dev çoşku ve heyecan; şarkıları gördüğümde yerini küçük bir göz seğirmesine bıraktı.

İlk eserimiz : Beethoven'den Neşeye Şarkı ( Kardeş Olun Ey İnsanlar diye başlayan :D )
İkincisi : Jingle Bells
Üçüncüsü : Küçük Asker 

Hele o son eser yok mu o son eser... Beni aldı taaa nerelere götürdü... Ön dişleri fareler yemiş; lambada eteğin yanlardan tutularak bir sağa bir sola sallanmak suretiyle yanık bir şekilde küçük askerin çığırıldığı çocukluk yıllarım.. Şimdi sorsanız bana o günlere dönmek ister miydin diye... Kesin ve net cevabım; tabii ki HAYIR olurdu :)

Küçük askeeeer küçük asker napıyorsuuuun bana söyleeee :):)


Görüşmek üzeree :)

4 Eylül 2012 Salı

Dertliyim Kederliyim

Selam...

Aslında şu an bu yazıyı hiiç yazmak istemiyorum... Çünkü birazdan şu satırları yazdığım laptop'u ortadan ikiye ayırabilirim... Ama bi taraftan da yazmak zorunda hissediyorum...

Elifle buluşmamızdan sonra eve dönerken kendi kendime 'Dertliyim Kederliyim' şarkısını mırıldandığımı farkettim.. Elbette ki o geniş repertuarımın içinden beynimin bu şarkıyı komuta etmesinin sebepleri vardı...


Zaten bugün herhangi bir gün olarak başlamamıştı benim için... Bugün Pansuman Günüydü.... Stres cana gelmiş karnım ile midem arasında horon tepiyordu... Uyanır uyanmaz güne lanet etmiştim...

O yüzden olacak ki annemin özene bezene hazırlayıp tepsiyle odama kadar getirdiği kahvaltıya bile kusur bulmuş peynire kafayı takmış ve iki lokma bile yiyememiştim...

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi; uzun zamandır arıza sinyalleri veren ( hatta uçağın kalkış anındaki sesi çıkaran ) masa üstüm ve yarım saat çalıştıktan sonra alev alacak kadar ısınan dandiko laptobum da aynı anda bozuluvermişti... Siz olsanız ne yapardınız bilmiyorum ama ben tüm bu uyuzlukların üstüne oturup önce bi zırıl zırıl ağladım... Sonra bilgisayardan anlayacağını düşündüğüm herkesi arayıp sorunları anlattım ama kimse mantıklı bi cevap veremedi.. Bende bunun üzerine umutsuz bi şekilde babamı aradım.. Neyse ki babamın tanıdığı bi bilgisayar tamircisiyle işi çözecektik... Ama ne kadar süreceği belli değildi... Acayip canım sıkılmıştı....

Pansuman saati yaklaşınca pclerle uğraşmayı bırakıp makyaj temizliğine giriştim.. 

Yine ameliyathanenin kapısının önünde beni içeri almaları için beklerken buldum kendimi.. Sonra kapı açıldı bi görevli beni içeri aldı... Önce ayaklarıma galoşları giydim.. Sonra da kafama yeşil lastikli bişey var onu geçirdiler.. Üstüme de yeşil ameliyat önlüğünü... Artık ameliyathanedeki hemen herkes tanıdık bir yüzdü benim için.. Bende onlar için... Nede olsa birazdan yine inletmeye başlayacaktım ameliyathaneyi sevgili doktorum Şahmeran Abi'ye yalvarırken...

Yine aldılar beni 3. ameliyathaneye.. Burnuma o zehir gibi ilaç sıkıldı.. Gözlerimden yaşlar boşandı.. Sonra ben boylu boyunca uzandım ameliyat yatağına.. Üstüme yeşil örtü serildi.. Sonra da tek tek burnumu deşecekleri aletleri özenle vücudumun üstüne örttükleri çarşafa dizdiler.. Resmen kendi cinayetime suç ortağı  hissettim kendimi... Artık herşey tamamdı...

Ş: Kasma burnunu abicim hiç kıpırdama
E: Yaaaeee söylemesi kolay
Ş: Abicim kafanı yana çevirme
E: Çevirmedim
Ş: Hah öyle dur
E: Taam yaa yeter duur 
Ş: Hiç kıpırdama aldım
E: Yaaaaaaa duuuuuuu ıhııııııııııı
Ş: Bak kasıyosun kendini
E: Abi noolur yeteeeer ıhıııııııı
Ş: Tamam abicim az kaldı
E: Aaaaaaaaaaa çok soktun kamerayı gözüüüüüeeeemmmm ıhıııı imdaaattt taaamm yeterrrr duuuuurrr yaaaaa.........

Derken tamam bitiriyorum deyip az daha deştikten sonra serbest bıraktı beni... Kendimden arta kalanlarla baş dönmemin ve titrememin bitmesini bekledikten sonra bizimkilerin yanına gittim... 

Herşey bittikten sonra bu pansumanın diğerlerine göre bende daha az tahribat yarattığını farkettim... İyileşiyordum sanırım... Demek yakında tüm acılarım bitecekti.. Bi anda kendi kendime motivasyon sağladım... 

Hastaneden çıkınca pc tamircisine gittik. Laptopta bi sorun yokmuş.. Ama masa üstü için yarın öğleden sonra telefonlaşacakmışız... Oldum olası ısınamadım şu diz üstü olayına.... Canım masa üstüm... Daha şimdiden seni çok özledim... Noolur sen de bir an önce sağlığına kavuş ve evimize geri dön...

Bugün kendimi çoook yorgun hissediyorum... 


Herkese iyi geceler....

3 Eylül 2012 Pazartesi

Nerden Başlasam Bilemiyorum..

Herkese Günaydın...

Öyle bir hafta sonu geçirdim ki.. Yazmak istediklerimi toparlayabilmem açısından hemen bir şarkıya başvuruyorum :)



CUMA ( Mehmet ve Selin'in Düğün Gecesi )
O gün saat 12'den itibaren hazırlanmaya başladım.. Sonuç güzeldi; elbisemle, saçımla, makyajımla tam istediğim kıvama gelmiştim.. Babam düğün mekanına bıraktı beni... Sonrasında direk gelin-damat odasına girdim.. Çünkü daha önceki yazımda bahsettiğim gibi eski sevgilim Taner'de oraya gelecekti.. En son hastalığımı öğrendiğimde bir araya gelmiştik ve yine ayrı düşmüştük..Ben geldikten on beş dakika sonra o da geldi.. Oradaydı işte.. Tanıdığım, güvendiğim, sevdiğim kişiydi o.. Tabi tahmin edersiniz ki birlikte düğün salonuna girip, aynı masada oturduk.. Gece boyunca da eski defterler açıldı, olayların üstünden bi kez daha geçildi.. Düğün bittikten sonra gelin ve damat hemen eve gitmek istedi, anlayış gösterdik :) Biz de genç grubu olarak Bursa'da Leman Kültür'e gidip birer kahve içip eve döndük.. Yine el eleydik, yine mutluyduk...

CUMARTESİ ( Tilki = Kürkçü Dükkanı )
Birçoğumuzun hayatında olmuştur hem tilki hemde kürkçü dükkanı rolünü üstlendiği bir ilişkisi... Benim tilkim de kürkçü dükkanım da Taner'di işte.. Yine ayaklarımdan boğazıma kadar yükselmişti ona olan sevgim, özlemim.. Akşam 6 ya kadar gemlikte olacaktım, birlikte vakit geçirmeyi kararlaştırmıştık.. 12 gibi evin önünden arabayla aldı beni ve Armutlu'ya gitmek üzere yola çıktık.. Yolda her zamanki gibi hiç durmadan konuştuk, salaklıklarımıza katıla katıla güldük, ben rahatça ağladım o da içtenlikle teselli etti.. Armutluya vardık... Çok şirin bir yerdi. Sahilini el ele gezdik.. Sonra bi simitçi gördüm, Türk filmlerindeki gibi simit - ayran yaptık ( aslında bunu sadece ben yaptım :) o simit sevmez de :) ) Sonra gördüğümüz şirin bi kafeye oturma kararı verdik.. Hemennn  tavla söylendi.. Yıllardır tavla oynadığımızda tek idda konusu olmuştu.. O da 1 günlüğüne kazananın kölesi olmak.. Ne isterse yaptırabiliyordu sana böylece.. Normalde iyi tavla oynarım ama 4 - 4 iken o kazandı :) Ama saat geç olmuştu.. Tekrar sahil şeridinden yürüye yürüye arabaya gittik ve beni eve bıraktı... Böylece vakit darlığından kölelikten yırtmıştım :) Mutluydum..

Eve geldiğimde halam ve kuzenim bizdelerdi.. Halam çok iyi fal bakar.. Bende fırsatı kaçırmadım hemen bi kahve içip çevirdim.. Evleneceğim kişinin 3 kardeş olduğunu ve uzun boylu olmadığını söyledi.. Bahsettiği kişi Taner'e hiç benzemiyordu.. O an öyle içim acıdı ki, ağlamak istedim.. Sonra da buruk ve sessizce duşa attım kendimi.. Birazdan İstanbul'a gitmek üzere yola çıkacaktık, hazırlanmalıydım..

Babam da gelmişti.. Artık yola çıkmak için hazırdık.. Ama ben sıkıntıdan patlamak üzereydim.. Oldum olası aile düşkünü bi insan olamadım.. Yani gerçekten çocukluğumdan bu yana mevcut olan bir durum.. Nedenini bilmiyorum ama böyle ailecek yapılan aktiviteler beni hep germiştir.. Yine aynı durum meydana gelmişti.. Yıllardır bu İstanbula gidip akrabalarla zaman geçirme taleplerini; çalışıyorum, haftada bir gün iznim var, hastayım gibi bahanelerle atlatmıştım.. Ama bu sefer kaçış yoktu.. Tabi huysuzluklarımı da yaptım.. Sonra dünyalar tatlısı Çiğdem ve Hüseyin çiftinin evine gittik.. Çok cana yakın hatta harikulade insanlardı.. Yoldaki stresimi neredeyse atmıştım.. Kendimi duygusal ve bedensel olarak bitkin hissediyordum, erkenden kalktım yanlarından uyumak için...

Gece canımın içi, biricik sevgilim, çılgın profesörüm babaannemle aynı odada yatacaktık.. Tek bir sorun vardı o da pamuğumun horlamayla karışık poflaması :D Yani  horlamıyordu da poff'luyordu bizim yavru :) Şimdi gülerek yazdığıma bakmayın öyle anlarda cinnet halinde oluyorum :) Bir de yıllar önce babaannemle aynı odada kalırken yine horlardı da babanne diye seslendiğim an sesi kesilir yarım saatte çıtı çıkmazdı.. Artık kulakları iyi duymadığından 10 kez babaanee diye bağırsam da faydası olmuyor.. Bende savaşmayı bıraktım ve uyumaya çalıştım.. Haliyle sabaha kadar kabus gördüm..

PAZAR ( Biri kabus mu dedi ? İşte kabusun gerçeğe dönüştüğü gün )

Gelmesini hiç istemediğim güne uyanmıştım işte.. Ölümüne mutsuzdum.. Az sonra gitmek üzere yola çıkacağımız yeri düşününce bile tüylerim diken diken oluyordu.. Hemen izah edeyim.. Babamların Erzincan Tercan köyü sakinleri yöresel tanışma - kaynaşma hikayesine bi piknik düzenlemişti... Allahımmm hiçç sevmiyorum ben böyle şeyleri... Hele bir de piknik dendiği zaman direk aklıma açık cezaevi geliyo.. Gidiyosun bi dağın başına kaçsan kaçamazsın, uzaklaşmak istesen bir yere kadar, elin mahkum cezanın bitmesini bekliyorsun.. Bi gittik mezarlığın hemen yakınlarında çam ağaçlarının olduğu bi tepe.. Nasıll esiyor herşey uçuşa geçmiş durumda.. Sabahın 9.30 unda mekana varmışız.. Daha akşama asırlar var sanki.. Gün gözümde büyüdükçe büyüyor..

Kahvaltımız bitmek üzereydi.. Benim sırtım dönük insanlara ve en köşede kalan masadayız.. Herkese hakimiz bulunduğumuz yerden... Bir anda o sesleri duydum...O an içimden yükselen hayıııııııırrrr'ları  bi kaç kez sesli de söylemiş olacağım ki, masadan tepki dolu bakışlar aldım... Evet tahmin edeceğiniz gibi o seslerin sahipleri : DAVUL ve ZURNA idi... O an felç geçirsem yeriydi... Hayatta gerçekten nefret ettiğim bir müzik aleti varsa o da zurnaydı... O ince yırtık ses mikrofon desteğiyle alabildiğine devleşmişti.. sanki o zurnanın ucunda pirena dişleri vardı da kulak zarıma saldırıp kemiriyordu beni.. Tabi bunlar daha arkamı dönmeden kendi kendime düşündüklerimdi... Arkamı bir döndüm ne göreyim 100 kişi halaya kalkmıştı... Neden bu insanlar sabahın 11'inde halay çekiyordu ? Neden çekiyorlardı bu halayı ? Ben neden bu kadar yabancı olduğum topluluk içinde saatlerimi geçirmek zorundaydım.. Hemen kaçış planları yaptım.. İstanbuldaki tüm arkadaşlarımı aradım.. Bir çoğu şehir dışındaydı.. Olanların da bulunduğum yere mesafesi en az 2 saatti...Baktım yapacak bişey yok hamak kurduk.. Müzik çalarımı taktım kulağıma gökyüzünü seyre daldım.. Amacım kendimi uykunun güvenli kollarına teslim edip farketmeden saatlerin su gibi akıp geçmesini sağlamaktı... Ama o da olmadı.. Öyle bir rüzgar esiyordu ki, bizim masadaki herkesin montu hırkası üstümde olmasına rağmen bana mısın demiyordu.. Resmen donuyordum.. Bir de yeni ameliyat olduğum için suratıma o kadar rüzgar yemek beni iyiden iyiye sersemletmiş bi o kadar da huzursuzlaştırmıştı... Anladım ki bu günü yaşamaktan başka çarem yok.. Döndüm geri bizimkilerin masasına.. O andan sonra bir daha gözümden çıkarmadığım kocaman gözlüğümle üst üste ağlama - sinir krizi karışımı olaylar yaşadım.. 19:00'da alandan ayrılmak üzereydik.. Bittiğine inanamamıştım.. 10 saattir çalan davul zurnanın, kalan saat dilimindeki bağlama sesinin kesilmiş olması... Duygularım tarifsizdi.. Kurtulmuştum..

Sonra günün başka bir evresi başlamıştı.. Tuzlaya Eylem'lere doğru yol alıyorduk.. Hemen duş alıp dışarı atacaktık kendimizi.. Öyle de oldu... Eylem Tuzla'nın dar şirin sokakları arasında arabayla gezdiriyordu beni... Ama o kadar negatif yüklüydüm ki, hemen deniz kenarında bir yere inip nefes almak istiyordum.. Sonrasında çook şirin bir kafe- bar'a oturduk.. Oldukça loş ve otantik olan mekanda çaylarımızı kahvelerimizi içmeye başladık... Yanında da inanılmaz keyifli bir sohbet... Saatler geçip gidiyordu.. Huzura kavuşmuştum.. Dolunay da bize eşlik ediyordu.. Denizin üzerine serdiği ışınları milyonlarca gümüş balık gibi suyun üstünde hopluyordu...Eylem, mekan, hava herşey şahaneydi... Oradan da kalkıp Eylem'in bir başka huzur mekanına doğru yol aldık... Orada da birer kahve içtik evdekiler aradı, Gemlik'e dönme vaktimiz gelmiş.. Böylece bu güzel akşam sona ermişti..

Eve gittikten hemen sonra yola çıkmak üzere ayaklandık... Daha Gemliğe varmamıza 3 saat vardı... Yorgunluktan ve uykusuzluktan bitkin düşmüş müzik dinliyordum... Nihayet evimizdeydik..Hemen uyudum...

Bu esnada Taner'le de şöyle bir durum oluştu... İlgisiz ve sanırım tekrar barıştığımıza pişmandı.. Ne arıyor ne de mesaj atıyordu... Bu bir Ezgi-Taner ritüeliydi... Her zaman yanlış zamanlarda birbirimize adım atıyorduk.. Ne zaman ben ona tüm kalbimle bağlanıp gelsem onun kafası karışık ne zaman o bana gelse ben soğuk oluyordum... Bu böyle devam ediyordu işte..

Son şarkımı O'na ithaf ederek yazımı sonlandırmak istiyorum...


Şimdilik hoşca kalın...